Türk şiirinde bazı isimler vardır ki, yalnızca bir edebi akımın parçası değil, aynı zamanda bütün bir hayatın tanığıdır.
Cemal Süreya da işte onlardan biridir.
Onun şiirlerini okuduğumuzda yalnızca kelimelerle kurulmuş bir dünyaya değil, aynı zamanda bir çocuğun sürgünle başlayan yolculuğuna, bir erkeğin aşkla sarsılan kalbine, bir insanın ironiyle kendini savunmasına dokunuruz.
1931’de Erzincan’da doğan Cemalettin Seber, hayatının daha ilk yıllarında tarihin sert yüzüyle karşılaştı. 1938 Dersim Tertelesi sonrasında ailesiyle birlikte Bilecik’e sürüldü. Bu sürgün, yalnızca bir coğrafya değişikliği değildi; çocukluğunun köklerini koparan bir kırılmaydı. O günden sonra Cemal Süreya’nın kalemi hep bir “yer” aradı. Belki de bu yüzden yıllar sonra “Göçebe” adını verdiği kitabında, çocukluğunun eksik kalan parçalarını dizelerle tamamlamaya çalıştı.
“Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orasıdır.”
Bu dizeler, onun yalnızlığını, yersizliğini ve aynı zamanda bulunduğu her yere kendi damgasını vurma cesaretini gösterir.
Ama Cemal Süreya’nın şiiri yalnızca acının ve sürgünün şiiri değildir. Onun kalemi, aşkın en tutkulu, en canlı hallerini de bize taşır. Kadın, onun dizelerinde yalnızca bir sevgili değil; yaşamın nabzı, şairin nefesi, hayata tutunmanın bir biçimidir. Onun için kadın hem bir sır, hem bir yol, hem de bir varoluş biçimidir.
Üvercinka ile edebiyata adım attığında, Türk şiirinde daha önce duyulmamış bir ses yankılandı. O şiirlerde aşk, hem çok bedensel hem de çok ruhsaldı. Süreya, kadına duyduğu tutkuyu saklamadı, dilin bütün oyunlarını kullanarak cesurca dile getirdi.
“Hayat kısa, Kuşlar uçuyor.”
Belki de onun şiirini en iyi özetleyen bu dizelerdir. Çünkü Cemal Süreya için hayat, ne kadar kısa olursa olsun, sevilmeye, aşkla yaşanmaya ve tutkuyla dile getirilmeye değerdi.
Ömrü boyunca devletin kurumlarında memur olarak çalıştı. Masasında resmi evraklar, akşamında ise kâğıda dökülmüş şiirler vardı. Bürokrasi, onun hayatına bir düzen dayatsa da, o kalemiyle o düzenin dar kalıplarını kırdı. Şiirinde ironiyi, oyunu, şaşırtıcı bağdaştırmaları kullanarak yalnızca aşkı değil, yaşadığı çağı da eleştirdi. İkinci Yeni hareketinin en parlak isimlerinden biri olurken, aslında özgürlüğün dilini arıyordu.
Cemal Süreya’nın hayatında aşk kadar kayıplar da vardı. Sevdikleri, dostları, zaman zaman kendi sağlığı…
Bütün bu yıkımlar, şiirine melankoli ve kırılganlık kattı.
Ölüm, yalnızlık ve geçicilik, özellikle son dönem dizelerinde daha fazla görünür oldu. Ama dikkatli bakıldığında, o dizelerde bile yaşamın sıcak bir nefesi vardır. Çünkü Cemal Süreya hiçbir zaman hayata küsmedi.
“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun.
Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar,
Gitsinler.”
Bu dizeler, hem ayrılığın hüznünü hem de kabullenişin zarafetini taşır. İşte onun şiirindeki büyük güç de buradadır: Acıyı dile getirmek ama acının içinde bile bir estetik, bir güzellik bırakmak.
…
Cemal Süreya, 1990’da hayata veda etti. Ama onun dizeleri hâlâ kuşlar gibi uçuyor. Sürgünün gölgesinde büyüyen o çocuk, kelimelerden kendine bir yurt kurmayı başardı.
Ve biz, onun şiirlerinde yalnızca bir şairin değil, bütün bir hayatın sesini duymaya devam ediyoruz.
Cemal Süreya bize şunu fısıldıyor:
Hayat kısa, evet. Ama aşkı, şiiri, kelimeleri yaşatabildiğimiz sürece, aslında her şey biraz daha uzun sürüyor.